Kendi ruhunun peşinde: Alina Boz
İster fiziksel olarak orada bulunayım ister uzaktan naklen bağlanayım çekim öncesi set adrenalini mesafe dinlemiyor. Ekran önünde de set başında da aynı heyecanı, aynı telaşı hissediyorum. Alina Boz ile gerçekleştirmeye hazırlandığımız kapak çekiminin kusursuz geçmesi adına koordineli çalışıyoruz. Hem telefondan hem dizüstü bilgisayarımdan an be an takip ediyorum. Kendisiyle kuliste FaceTime üzerinden merhabalaşıyoruz. Doğallığını hisseder hissetmez keşke sette olsaydım diye iç geçiriyorum. Henüz kahvaltı yapmamış. Set başlamadan ağzına bir parça kruvasan atıyor. Birkaç dakika sonra kapak çekiminin baş kahramanı olacağının bilinci ve özeniyle soruyor: “Yemese miydim acaba?” “Gönül rahatlığıyla yiyebilirsin. Hareketli ve atletik bir çekim olacak” diyorum tebessüm ederek. Telefon ekranından gördüğüm kadarıyla doğal ve yalın bir güzelliği var Boz’un. Çabasız, saydam, içten… Olduğu gibi.
Bu sayıda zamanın ruhunu belgelemek istiyoruz. Zamanın tadı nasıl? Kokusu neyi andırıyor? Şimdinin umutları neler? Umutsuzlukları bize ne anlatıyor? “Dinlediğim bir şarkıda geçen ‘sadece ölü balıklar akıntıyı takip eder’ cümlesinden yola çıkarak zamanın ruhunu takip etmekten ziyade kendi ruhumuzun peşine düşmemiz gerektiğine inanıyorum. Nihayetinde umutlar ve umutsuzluklar eşit bir şekilde ilerliyor” diyor Boz. Cevabı cesaretlendiriyor. Öyle ya zamanın ruhunun içerisinde direniş de var. Farkında olmak, ses çıkarabilmek… Hepimiz dolambaçsız, katıksız ve net ifadelerin ve düşüncelerin özlemini çekiyoruz… “Pandemiyle birlikte kendi hayatlarımızın, dünyanın ve doğanın ne kadar kıymetli olduğunun farkına çarpıcı bir şekilde vardık. Belki de bu yüzden artık daha çok ses çıkarıyoruz, değerlerimize, fikirlerimize sahip çıkıyoruz. Daha fazla aksiyona geçmeli, hareket etmeliyiz” diye ekliyor. “İşte aradığım sözcük: Hareket!” diyorum. Galiba uğruna bir sayı adadığımız zamanın ruhunun tek kelimelik özeti bu.
Zaman demişken hikâyenin en başına, Boz’un çocukluğa dönmeden olmaz. 7 yaşına kadar Rusya’da yaşıyor. Sonra Türkiye’ye yerleşiyor ama 13 yaşına kadar her yaz ve kış, yazın üç ay kışın ise minimum iki üç hafta Rusya’da akrabalarıyla birlikte vakit geçiriyor. Gelişiminde annesi, anneannesi ve dedesinin katkısı büyük. Annesi Moskova’da çalışırken şehrin yakınlarındaki kasabada anneannesiyle kalıyor. Tasvir ettiği masalsı bir çocukluk. “Ormanlarda savaştan kalma mermileri arardık. Kuşların yuva yaptığı kum tepelerinde kaleler yapardık ve terk edilmiş evlerde hayalet avına çıkardık.” İki ülkede yaşadığı için iki farklı çocukluk yaşamış gibi hissettiğini söylüyor. “Her şeyden uzak, internetten bağımsız, hayallerle, oyunlarla ve keşiflerle geçti çocukluğum. Hayalperestliğimi çocukluğuma borçluyum.”
Çocukluğunda kurduğu hayallerin ne kadarının gerçekleştiğini sorduğumda ise sahneyle tanıştığı ilk andan, dedesiyle gittiği ilk tiyatro oyunundan bahsedince, anlıyorum ki Boz’un en büyük hayallerinden biriymiş oyuncu olmak. “Dedemle birlikte ilk kez tiyatroya gittiğimiz günü unutamıyorum. Kasabadaki çocukların okulda sahneledikleri dini bir oyundu. Sahnedeki perdelerin arkasındaki yüksek tavanlı bölümü gördüğümde sahnede olma hissiyatı beni çok heyecanlandırmıştı. Hatırladığımızı sandığımız çoğu şeyi beynimiz uydurabiliyormuş gerçi ama bu anı yaşadığıma ve hatırladığıma eminim. Aslında sadece oyunculuğu değil, veteriner olmayı da hayal ettim ben, pilot olmayı da. Hayal ettiğim her şey özgürlükle alakalı bir durumdu. Hiçbir zaman masa başında bir işin hayalini kurmadım. Hep ruhumla birebir odaklı bir meslek düşledim. Gerçekleştiği için şanslıyım.”
Almanya’da doğan, Londra, Milano, Frankfurt ve İstanbul gibi farklı şehirlerde yaşayan biri olarak çok kültürlülüğün ne kadar değerli bir zenginlik olduğunu düşünmüşümdür hep. Zira tek bir kimliğe, çembere, fikre bağlanmamayı, kendinden farklı olanla, düşünenle, hissedenle diyalog kurmayı bu sayede öğrendim. Boz da Rus ve Türk kültürüyle yetişmiş, çok kültürlülüğünün bereketiyle yoğrulmuş bir kültür bilincine sahip. “Çeşitlilik çok güzel! Bu zenginliğe karşı çıkmak saçma. Temelinde farklılıklar tabiatın gerçeği. Dünya hepimizin. Paylaşmaya karşı çıkanları, karşısında duranları asla anlayabileceğimi düşünmüyorum. İnsan olarak farkımız yok, sadece öğrenme biçimlerimiz farklı.”
Biraz sosyal ve kültürel antropolojiye giriş gibi tınlayacak ama Rus kültürünün üzerindeki etkilerini merak ediyorum. “Rus kültüründen gelen koyu bir disipline sahibim” diyor ve ekliyor: “Kendimi bırakmama derecesinde bir disiplin. Annem ve anneannemden böyle öğrendim. Ben de onlar gibi elimdeki ipleri mümkün olduğunca bırakmamayı tercih ediyorum. Çocukluğumdan bu yana çalıştım. Arkadaşlarım gezip tozarken ben iş ve okul disipliniyle her şeyi idare etmek için çabaladım, nitekim başardım da. Nadiren de olsa ipleri bıraktığım anlar oluyor ama genelde disiplini seven bir insanım.”
Çocuk yaşta ünlü bir oyuncu olmasına ve üzerinde patlayan flaş ışıklarına rağmen ipleri elinden bırakmamayı başarabilmiş biri Boz. Bir yanda setler, diğer yanda basın ve bunların arasında tam anlamıyla yaşanamamış bir gençlik heyecanı belki. “Işıklarla birlikte büyümek… Üzerine çok düşünmedim. Tutkuyla yaptığım bir iş oyunculuk. Bu yüzden işimin yanına kendiliğinden eklenen şöhret olma durumuna takılmıyorum. Küçük yaşta bir şeylere başlamış olmanın beni her zaman diri tutacağını biliyordum. İşimi en iyi şekilde yapmak önceliğim oldu hep. Ama üniversite yıllarımı daha farklı yaşamak isterdim tabii. Allah’tan lise dönemimi hala görüştüğüm arkadaş grubumla doya doya yaşadım.”
Yüzündeki duruluk yaşam biçimine de sinmiş Boz’un. Kendi ışığından gözü kamaşmayanlardan. Herhangi bir taşkınlığı yok. Gözlemlediğim kadarıyla magazini bilinçli bir şekilde radarına almıyor. Reddetmiyor fakat hoşlanmadığını söyleyebilirim. “Kamaşmasına zamanım olmadı ki. Çalıştım, çalışırken eğitimime devam ettim. Hem setteydim hem okulda. Bu yolda çok değerli hocalarım destek oldu, inandı bana. Onları hayal kırıklığına uğratmak istemedim, asla istemem. Işığının seni kamaştırıyor olması büyük bir yük. Umarım böyle yüksüz ilerlemeye devam ederim.”
Her paylaşımı ölçülü, sosyal medyada bile. Milyonlar tarafından takip ediliyor ama o hayranlarının sitemlerine rağmen sosyal mecralar diyarında fazla vakit geçirmek istemiyor. Geçirenlere de karşı değil, saygı duyuyor. “Bu bir tercih. Dijital dünyayı seven ve bu dünyada var olan insanlara saygı duyuyorum. Ama insanlarla her şeyini paylaşıyor olmanın beni korkutan bir tarafı var. İçimden gelen bu. Öteki türlüsünü başaramıyorum. Ben bu kadarını gösterebiliyorum.”
Ne yazık ki sosyal medya Boz kadar ölçülü değil. Toplumsal konularda müthiş bir duyar ve yardımlaşma ağına dönüşen platformlar, içerisinde son derece tehlikeli bir linç kültürü barındırabiliyor. “Bir yerde birileriyle tanıştığında bile fikirlerin uyuşuyorsa iletişimi sürdürürsün. Tanımadığım insanların yorumunu ne kadar ciddiye alabilirim, bilmiyorum. Keşke herkes herkesin başka bir hayatı olduğunu, başka bir yoldan gitmeyi tercih edebileceğini idrak edip anlayışla karşılasa.”
Son birkaç aydır hatta yıldır dünyada olup bitenler neredeyse yaşamın kendisinden nefret ettirecek boyuta geldi. Küresel yangınlar, katliamlar, adalet sistemine güvensizlik, kadına, çocuğa ve hayvana şiddet. Hepimizin kolektif hayali olup bitenlere ‘Dur!’ diyebilmek. “Bir şeylerin değiştiğini düşünüyor olsak da dünyada hala eşitliğin sağlanamadığı pek çok nokta var. Henüz tam özgürleşmeye ve birbirimizi anlama noktasına geçebilmiş değiliz ne yazık ki. Dünyada sadece bizim gibi ülkelerde değil, her yerde eşitsizlik devam ediyor. Kadına, doğaya, hayvana, kültüre... Zamanla bu çağdışılık yıkılacak. Kadınsız hiçbir şey olmaz! Kadın doğurucudur, öğreticidir, düzenleyicidir, yaratıcıdır. Kabul etmeliyiz. Kadınsız bir dünyanın var olabilmesine imkân yok. Bir insan doğayı, hayvanı sevmiyorsa başka şeyleri sevmesi mümkün değil. Bir kediyi bile gördüğünde aç mı, susuz mu diye düşünüyorsun. Sevgiyi de saygıyı da çocukluğumuzda öğrenmemiz, öğretmemiz şart. Bir insana 40 yaşında kadını, doğayı ve hayvanı sevmeyi öğretemezsin.”
Değişimin ve farkındalığın yalnızca sosyal medyada yazıp çizerek gelmeyeceğinin farkında. “Sosyal medyada bir şeylerin arkasında durmak yeterli değil. Harekete geçmek lazım. Harekete geçmeden hiçbir şey olmuyor. Ben kendi adıma nerelere anlam katabileceğimi, hangi konularda daha fazla ses olabileceğimi düşünüyorum.”
Empatiyi ve diyalog halinde olmayı önemsiyor. Oyuncu olarak bu diyaloğun en alasını kurduğuna inanıyorum. Netflix’te yayınlanan Aşk 101 dizisi sayesinde İspanya’da yaşayan biri Türkiye’de 90’larda gençliğin nasıl geçtiğine dair fikir sahibi olabiliyor. Bunda oyuncular, senaristler ve yönetmenler kadar Netflix gibi global bir vizyonu ve misyonu sahiplenen platformların da katkısı büyük. “Netflix ile çalışmaktan çok mutluyum. Her şeyiyle güzel ve öz. Başka insanlara, başka hayatlara anında nüfuz etmemesi sağlıyor.”
Henüz izlemeyenler için “Aşk 101” 90’ların Türkiye’sinde geçen bir dizi. “Senaryoyu okurken keşke 90’larda genç olsaydım dediğin oldu mu hiç?” diye soruyorum. “Ben 98 doğumluyum, ama 2000’lerin başında Rusya’da yaşadığım yıllar teknolojik anlamda tıpkı 90’lardaki gibiydi. Kasetlerim vardı, Tetris oynardım, Harry Potter’ı bile kasetten izledim. Yine de 90’larda Türkiye’de liseli olmayı çok isterdim! O döneme ait duyduğum hikayeler müthiş. İnsanın ışınlanası geliyor.” Woody Allen’ın “Midnight in Paris” (Paris'te Gece Yarısı) filmindeki gibi geçmişte yaşamanın hayalini kuruyor. “Geçmişe gitmek beni heyecanlandırıyor. Oradaki arkadaşlıkları, dostlukları deneyimlemek istiyorum. Zamane ilişkilerinden daha saf ve sahici geliyor”.
“Peki geçmişten günümüze düşündüğünde, hayatındaki hangi nostaljik parçalar seni bugün dahi heyecanlandırıyor? Babanla birlikte dinlediğin rock şarkılar mı yoksa annenle beraber dinlediğin Rus müzikleri mi?”
“Aslında insan ilişkileri… O saflık ve doğallık. Gece hayatındaki özgünlük. Kült gece kulübü 2019. Basit olmasına rağmen korunan özen. Şu anda her şey çok karışık, her şeyin, herkesin çoklu duyguları ve düşünceleri var. O sahiciliği bugün de yakalayabilmek heyecanlandırıyor. Malum geçmiş hep çekici gelir insana. Muhtemelen bundan yirmi yıl sonra da ‘Ah o 2020’ler diye iç çekeceğiz”.
“Kuşakların laneti!” diyor ve gülerek konuyu değiştiriyoruz. Aşk 101 adından esinlenerek aşkın bir giriş dersi olsaydı ilk öğreteceği veya öğrenmek isteyeceği şey ne olurdu, merak ediyorum. “Aşkın bir dersi olsaydı da tecrübesi olmayanın öğrenebileceğini sanmıyorum” diyor gülerek. “Herkes sınıfta kalırdı. Aşkın en temel kuralı birbirine saygı duymak bence. Özünde aşk doğaya, hayvana duyduğun aşkla ilgili. İlk ders de kesinlikle saygı olmalı!” Aşkı tek bir kişiye indirgeyerek duygunun kendisine haksızlık yapıp yapmadığımızı sorguluyoruz birlikte. “Aşk öncelikle kendine duyduğun aşkla başlıyor. Bir insan kendini tam hissettiği anda bir başkasına da o tamlığı verebilecek, hissettirebilecek duruma, olgunluğa geliyor.”
“Bir de çağın hastalığına tüketime yenik düşmeden yaşamak var tabii. Hislerimizi ürünleştirdiğimiz bir devirdeyiz.”
“Anneannem ve dedeme baktığım zaman, bir dönem güzel bir aşk yaşamışlar, çünkü aynı noktadalarmış. Sadece birbirlerini görüyorlarmış ve birbirlerine karşı duydukları heyecanı hiç yitirmemişler. Birbirlerinin hayallerine ortak olmuşlar. Bizi aşık eden şey bu ortaklık. Bizim dünyamız çok büyük bir hale geldi. O kadar büyük ve kalabalık ki aşkın, ortaklığın önünü kesiyor.”
Boz’u dinlerken çabuk gidebilenlerden olmadığını hissediyorum, cevabı yanıltmıyor.
“Vazgeçmem” diyor ama parantez açmayı da ihmal etmiyor. “Karşımdakinin de vazgeçmeyeceğine ikna olursam vazgeçmem.”Evrenin kendisi için çizdiği tılsımlı plana teslim olanlardan Boz. Şansa inanıyor. Çoğu zaman hayırlısı deyip işi evrene bıraktığını söylüyor. “Bir şeyleri itinayla zorlamayı, olmayacağını bile bile üzerine gitmeyi sevmiyorum. Her şey bir akışta, kendi akışında ilerlediğinde güzel. Evrenin şansına inanmak benim içime daha çok siniyor.”
Özgün yapımların giderek azalması, senaryolardaki şekilcilik, sansür gibi konu başlıkları da var gündemimizde. Boz gibi daha uzun yıllar adını altın harflerle yazdıracak genç bir oyuncunun bu alandaki fikirlerini kıymetli buluyorum. “Televizyon olarak düşündüğümüzde iş yapımcılarda bitiyor. Daha cesur ve özgün olmalarını arzu ediyorum. Çok saygı duyduğum Kerem Atabeyoğlu’nun beni aydınlatan bir örneği var. Bir ailenin haftada ortalama üç gün akraba ziyareti oluyormuş ve muhabbetleri tükendiğinde ikinci gün konu televizyonda izledikleri dizilere geliyormuş. Bu nedenle ana akımdaki yapımların özgünlüğünü tartışmak yerine, Netflix, Amazon Prime, HBO, Disney Plus gibi platformlarda yaratıcı içeriklerden ilham almak daha doğru geliyor bana. Son izlediğim ‘Euphoria’ya bayıldım, şiddetle tavsiye ediyorum.”
Dizi ve sinema sektöründen bahsederken bir gün senaryo yazabileceğinin sinyallerini veriyor. “Ama 23 yaşında her şey çok hızlı akıyor. Yetişmem gereken o kadar çok şey var ki. Kendimi beslemeye çalıştığım bir dönemdeyim. Basamak basamak, adım adım ilerlemek istiyorum.” Şu sıralar Rus klasiklerini okumaya başlamış. Okumakla kalmamış Dostoyevski’nin tarif ettiği Petersburg sokaklarını hissedebilmek için annesiyle şehrin sokaklarını keşfe çıkmış. Evrendeki yolculuğunu şansa bıraksa bile söz konusu profesyonel kariyeri olunca mükemmeliyetçiliği ağır basıyor. “Bir gün senaryo yazarsam bittiğine ikna olmam üç yılı bulur herhalde. 10 yıl sonra bir kez daha röportaj yaparsak bu anı hatırlıyor olayım.”
Geleceğe şahane bir oyunculuk kariyeri miras bırakacağını görmek için alim olmaya gerek yok. “Geleceğe miras bırakmak istediğin başka şeyler var mı?”
“Kendi adıma mutlu olmak. Kendi doğru bulduklarımı sevdiklerime, sevenlerime anlatmak, aktarmak. Beni seven birinin bir ağacı, bir canlıyı bile kurtarabilmesine vesile olmak en büyük miras.”
Kendimi keşfetmeye çalıştığı bir dönemde Boz. Sette uzun saatler vakit geçirdiği için kendiyle kalmayı seviyor. “Yalnız kaldığımda kendimle daha çok sohbet halinde olabiliyorum. İkizler burcuyum. Her şeyi iki taraflı düşünmeyi çok severim. Bir şeyin olumlu tarafını görüyorsam olumsuz tarafını da mutlaka hesap ederim. Bu nedenle kendimle baş başa kalmam şart!” diyor kahkaha atarak. “Bazen kendimde yarattığım bu kalabalığı atmak istiyorum. Bu yüzden arkadaşlarımla olmak ayrı bir keyif veriyor. Bir gün psikoloji ağırlıklı kitaplar okurken diğer gün romanlara yönelebilirim. Bir gün komedi izlerken diğer gün dram seyredebilirim. Tekdüzeliği sevmiyorum.”
Değişim DNA’sına kodlanmış. Değişimden besleniyor. Hayat gibi…
Onun yolunda gitmek isteyen gençler için birkaç kelam etmek isteyeceğini düşünüyorum bu röportajı okuyanları da değiştirebileceği inancıyla. “Durduğun yerden bir şeyleri başarmak çok zor. Hayalin varsa adım atman gerekiyor. Ve yüreğiyle adım atan herkesin istediği şeye ulaştığını gördüm. Bu yüzden herkesi hareket etmeye davet ediyorum”.
Şahsen karantina döneminde bana iyi gelen şeylerden biriydi “Aşk 101”. 30 Eylül’de Netflix’te yayınlanacak ikinci sezonunu heyecanla bekliyorum. Başrol oyuncusu karşımdayken yeni sezona dair ipucu almak için şansımı zorlamadan duramıyorum. “Bu sezon o çocukların gerçek dünyayla tanışmalarını, kendi duvarlarını yıkmaya çalışmalarını ve büyümeye başlamalarını izleyeceğiz. Ergenlik döneminden çıkıp gerçeği kabulleniş… Yani işler biraz karışacak.”
Masalsı çocukluğuna ve hayal gücüne istinaden çekim sonrası zamanın ruhuna uygun bir parti hayal ederek vedalaşmak istiyorum. “Dalgaların sesini duyduğumuz bir sahil kenarındayız” diyor. Tam bir deniz aşığı. “Rusya’da ağaçlarla, yeşillikle iç içe büyüdüm ama su ve deniz beni inanılmaz rahatlıyor. Bali’ye gittiğimde gün boyu okyanusu seyretmiştim. Neyse partimize döneyim. Çadırlarımız var, kamp ateşlerini yakmışız. İşinde başarılı, dünyaya, doğaya ve sanata saygılı, herkesin birbirine ilham vereceği kişilerle birlikteyiz. Sloganımız ise ‘Mutlu ol, gel ve yaşa!’”